Wednesday, February 5, 2014

Sayın Hüseyin Gülerce’ye Cevabî Mektubumdur




Sayın Gülerce’nin “Hizmet, parti mi kursun”? Başlıklı yazısına cevap vermek farz oldu.

Sayın Gülerce;

“paralel yapı” nın bir faraziye olmadığını bilmiyor gibi davranmanızı anlayışla karşılarım. Ama bunu zatınıza yakıştıramam. Bu fikir öncelikle “Milli Devlet” teziyle geçmişte bize aitti. O zaman için de doğruydu. Başta güvenlik olmak üzere devlete yönelik cemaatin bir gizli ajandası olduğunu herkes biliyor. Silahlı Kuvvetlerden atılan personelin en büyük kısmını cemaat mensupları teşkil etmekteydi. Emniyet ve yargı içerisine yerleştirilen, yönlendirilen elemanlar zaman içerisinde hatırı sayılır bir organize güce ulaştılar. Özellikle Polis Akademisi ve Polis Okullarında hâkimiyet sağlandı. Bu okullara girişte başarı için cemaat mensubiyeti temel referans oldu. Tabii ki bu okullara girişte yapılanlar haksızlıklar yolsuzluk(!)olmayıp hizmet sayılmaktadır. İkinci etap olarak dershane öğrencilerinden en başarılı olanlar Hukuk ve Eğitim Fakültelerine yönlendirilmektedirler. Zaman içerisinde yargıdaki irtibatlı cemaatçi kadroların sayıları bir hayli arttı ve AKP iktidarından gördükleri teşvikle başta özel yetkili mahkemeler olmak üzere kilit noktalarda etkinlik kazandılar. HSYK seçimleri bunun en açık göstergelerinden biridir. Yani paralel yapı bir gerçekliktir.

“paralel yapı”  bir yargısız infaz sloganı olarak işletiliyor”. Diyorsunuz. Bu konuda haklısınız. Ancak, Türkiye taraflı yargıdan çektiğini hiçbir şeyden çekmedi. Cemaat İmamının talimatı ile hizmet yapan yargı mensupları temizlendikten sonra yargısız infaz, yargılı infaza dönüşecektir. Biraz sabır gerekir.  

“paralel yapı, bir algı operasyonu malzemesi yapılıyor. Hükümetin elinde ne belge, bilgi varsa bunları yargıya havale etmelidir” diyorsunuz. Hükümetin elinde bu konuda yeteri kadar belge ve bilgi olduğunu sanıyorum. Cemaat mensubu yargı mensupları ayıklandıktan sonra bunlar sırası geldikçe yargıya intikal ettirilecektir. Üstelik herkes bunu görmek isteyecektir.

“Suçun şahsiliği prensibi var” ifadenize aynen katılıyorum. Bununla birlikte 17 Aralıkta yapılan operasyonun top yekûn Hükümeti düşürmek, Başbakanı bitirmek,  AK Partiyi iktidardan uzaklaştırmak amacını tahakkuk etmeye hizmet edecek şekilde plânlanıp, opere edildiğine sanırım siz de katılırsınız.   

“Koskoca bir camia zan altında bırakılmamalı, tedirgin edilmemelidir” Sözünüze katılmamak mümkün değildir. Operasyona cemaat medyasının dört elle sahip çıkması ve profesyonelce bir algı operasyonuna dönüştürmesi ve her şeyi sahiplenmesinin bu sonucu doğuracağı beklenmeliydi. Malûmunuz fizik yasalardan biri de etki=tepki yasasıdır.

“Gördüğüm kadarıyla yangının önü alınamıyor. Bari ülkemizin uğrayacağı zararı asgariye indirmeye çalışalım” diyorsunuz. Herkesin dileği bu. Ancak ‘operasyonun amirleri’ bu işten yeterince kâr sağladılar ve cemaat kadrolarını pek mahirane kullandılar ne yazık ki! Bundan sonrası kayıkçı kavgası, balığı götürenler götürdü. Eğitim başarısı ile övünen Cemaatin kadrolarının işin bu noktalara geleceğini hesaplayamamış olması, onların muhakemelerini yeterince geliştirememiş olduklarına işarettir.   

“Bu meselenin makul çözümü, hukukun üstünlüğünü, demokrasiyi, evrensel ilkeleri savunmaktır” iddianıza gelince; bu beylik sözlerin günümüz Dünyasında pek de geçerli olduğu söylenemez. Örneksenen ABD, İSRAİL, AB gibi ülkelerin dış politikalarında ortaya koydukları tutum ve davranışlar bunun açık kanıtıdır. Ne yazık ki Cemaat dış politikada bu demokrasi ve insan hakları savunucusu(!) ülkeleri kendisine model seçmiştir. Cemaatin bu savruluşunu doğrusu anlamlandırmakta zorlanıyoruz.

“Bürokratlar sadece seçilmiş iradeden talimat alır” ifadeniz de hemfikir olduğumuz şeydir. Yalnız hemen aklıma şu soru geliyor. Başbakan Tayyip Erdoğan değil de Hocaefendi, ya da O’nun öngördüğü biri olsaydı: O savcı ve polisler bir ihbar aldıklarında ve yolsuzluk emareleri gördüklerinde, gizli ve düşmanca bir tavırla operasyon mu yaparlardı? Yoksa! Başbakanla bir görüşme yapıp birlikte bir çözümü mü tercih ederlerdi? İnsaf dairesinde düşünelim?  28 Şubat sürecince (170) Milyar Doları çalanların üzerine gitmeyen bu savcıların ve bunları savunanların samimiyetinden ciddi kuşku duyuyoruz. Delil mi yok? Bilenler şöyle diyorlar. “Paranın izini sürerseniz, sizi gittiği yere götürecektir” Yoksa! Savcılarımız bunu bilmiyorlar mı?

“Hizmet Hareketi” ismini sizin verdiğiniz söylendi. Keşke öyle olsaydı. Artık yeni bir ismi hak ediyor. Bence “SELF SERVİS” veya “DIŞARI HİZMET” yakışır.

Cemaat mensuplarına bir de “mütedeyyin” demiyorlar mı? Buna çok bozuluyorum. A.Turan Alkan ve Mümtazer Türköne,  mütedeyyini böyleyse dedirtiyor doğrusu.

Sayın Gülerce’nin “Dünya-ahiret dengesinde, siyaset yolu dünyayı öncelemek, hizmet yolu da ahireti öncelemek gibi geliyor bana” ifadesi için de diyeceğim şu: Cemaat, Fetullah Gülen Hocaefendi sayesinde Ahireti garantilemiş de Dünyayı ele geçirmeye odaklanmış gibiler.

Ne dersiniz? Haksız mıyım?

Thursday, January 30, 2014

Nuriye Akman'a Mutabakat Soruları

Saygıdeğer Akman;
Sizi bir zamanlar Müslümanlara kameralı operasyon halindeyken bir densizin saldırısından hatırlıyorum şayet hafızam beni yanıltmıyorsa;
Sonra ne oldu bir evrim yaşadınız ve sizi cemaatin saflarında bulduk.
Hayırlı kadem olsun.
Bu değil derdimiz.
Başbakan’ın “İslâm kimsenin tekelide değildir” sözü üzerinden haklı ve seviyeli bir eleştiri yapmışsınız.
Kaleminize sağlık.
Esasta mutabık mıyız? Diyerek mutabık olmadığınız alanları sıralamışsınız pek âlâ pek güzel.
Şu cemaat-hükümet kavgasından önceleri de bu mutabakatı arıyor muydunuz? Bilmiyorum.
Saflar ayrışıp kılıçlar çekilince, bütün kirliler de ortaya dökülüyor.
Anlaşılıyor ki mutabakatınız imkânsız.
Merakım bu mutabakatı Muhterem Fetullah Gülen Hocaefendi ile de arıyor musunuz?

Bu defa izninizle ben sorayım siz kendinizi test edin.
·         Hocaefendinin  28 Şubat sürecinde cemaatini korumak için cemaatini farklıymış gibi lanse edip Müslüman kardeşlerini satıvermesinin Müslümanca olmadığında mutabık mıyız?
·         Kendisini tutuklanmaktan kurtaran ve Amerika’ya güvenli gidişini sağlayan Ecevit için“ İlk şefaat edeceğim kişi merhum Ecevit’tir” rüşvet kokan yersiz hitabının Müslümanca olmadığında mutabık mıyız?
·         Hedefe ulaşmak için bağlılarını ihtiyaç halinde farklı kimlik ve davranışlarda (takiyye)bulunabileceklerini telkin etmenin Müslümana yakışmadığında mutabık mıyız?
·         Şahsi paranoyalarını rüya tadında anlatıp Peygamber ile her durumda konuştuğunu, Türkçe Olimpiyat törenlerine katıldığını, şakirtlerin en az iki tweet atmalarını söylediğini ifade etmesinin İslâm’a aykırı olduğunda mutabık mıyız?
·         Kendisini Kutbu Azam (mehdi)ilan etmesinin, kendinden menkul uydurulmuş yakıştırmalar olduğunda mutabık mıyız?
·         Toparlanma emareleri gösteren ülkemizin, hep akvaryum balığı gibi göz önünde tutulmasını hedefleyen ABD-İSRAİL-İNGİLTERE ve diğerlerinin, politikalarına cemaatin bürokratlarını teşne kılmasının(bilerek-bilmeyerek) bırakın Müslümanlığını insanlıkla bağdaştırılamayacağında mutabık mıyız?
·         Din adamı kisvesinde görünüp uluslararası hâkim güçlerin politikalarının taşeronluğuna soyunmasının  hiç de etik olmadığında mutabık mıyız?
·         Yolsuzluk bahanesiyle operasyon yaptırıp, cemaat ile ilgisini inkâr etmesinin bir büyük yalan olduğunda mutabık mıyız?
·          50-60 yıldan buyana devlet desteğinde toplumdan çalıp zenginler kulübünü oluşturan zevat ile “ver takke al külah” işbirliğinin Büyük hırsızlığı küçük yolsuzlukla örtbas etmek anlamına geldiği gerçeğinde mutabık mıyız?

Daha buna benzer onlarca konu ekleyebilirim.
Üstelik bir politikacı ile bir Din Âlimi(!) aynı ölçekle değerlendirilmemelidir.
Mutabık olup-olmadıklarınızı da paylaşırsanız memnuniyet duyarız.

Wednesday, January 29, 2014

HANEFİ AVCI'DAN ÖZÜR DİLERİM



Aşağıdaki yazıyı Hanefi Avcı'nın "Haliçte Yaşayan Simonlar" isimli kitabının tartışıldığı günlerde kaleme almıştım. Ne yazık ki zaman O'nu haklı çıkardı, kendisinden özür dilemek borcum oldu. 

Hanefi Avcı ne Kadar Doğruyu Söylüyor?
1975 Yılında, askerliğini yapmış yüksek okul mezunu devlet memurlarına başvuruları halinde İçişleri Bakanlığına komiser yardımcısı unvanıyla yatay geçiş imkânı sağlanmaktaydı. Genel anlamda bilgilenmek ve cinayet masasında görev alıp alamayacağımı öğrenmek amacıyla tanıdığım bir baş komiseri ziyaret ettim. Bana istediğim alanda görev yapabilmenin tamamen şansa bağlı olduğunu, hiçbir alanda sürekli çalışmanın garantisinin olmadığını belirttikten sonra “Öğretmenlik gibi kutsal bir görevi ifa ederken niçin polis olmak istiyorsun?”  sorusunu yöneltti. Ben polisliğin de kutsal bir görev olduğunu söylediğimde; “İş sizin dışarıdan gördüğünüz gibi değil. Burada dürüst insanların başarı şansı yok. Onlarla mücadeleye yeltenirsen harcanırsın, mücadele etmez isen ruhen yıpranırsın, dışlanırsın. Zaman içerisinde seni de kendilerine benzetirler ve kirlenirsin. En iyi ihtimalle benim gibi küçük bir kasabada yaşamayı göze alırsın.” Sözlerinden sonra cinayet masası dedektifliği hayalim sona ermişti.
Mülkün(idarenin) temelinin adalet olması gereken ülkemizde, bunun böyle olmadığını zaman bize yaşayarak öğretecekti. Devletin asli ve en hassas görevlerinden olan güvenlik görevinin bir ayağını oluşturan polis teşkilatının, tarihsel işleyişi konusunda akademik çevrelerce ne yazık ki gerekli araştırmalar yapılamamıştır. Ülkemizde yıllar boyunca süregelen Özellikle büyük kentlerimizde görülen yasadışı işler kötü polisin dahli, izni, göz yumması olmadan mümkün müydü?
Teşkilat içerisinde hep birbirinin varlığından rahatsız olan iyi polis- kötü polis kavgası süregelen bir olguydu aslında. Toplum nezdinde bu kurumun itibarının uzunca bir süredir yerlerde olmasının ana nedeni kötü polisin pozisyonunu çeteleşerek sürdürebilmesiydi.
Kimlerdi kötü polis?
Milli ve manevi değer kaygısı olmayan, şahsi çıkarlarını her şeyin üzerinde gören ve pozisyonunu bu amaç için kullanan, korunmak için de Atatürk zırhını kullananlardan oluşmaktaydı. Bu kesimde yer alanlar birbirlerini korumada ve kazançları paylaşmada tam bir dayanışma içerisinde hareket etmekteydiler.
Zamanla aralarına eğitimli ve değerlere inanan polisler gelmeye başlayınca sıkıntı ve çatışma da kaçınılmazdı. 12 Eylül öncesi ideolojik olan kutuplaşma, yerini iyi-kötü polis kutuplaşmasına bırakacaktı.
Son zamanlarda yasa dışı işlerin içerisinde yer alan polis ve şeflerinin deşifre edilip yargının önüne çıkarılması veya görevlerinden alınması Hanefi Avcı’yı neden rahatsız ediyor ki? Anlayabilmiş değilim.
Hanefi Avcı kendisini devletin memuru, rakiplerini cemaatçi olarak tanımlıyor ve suçluyor.
Peki! Cemaat mensubu olmanın dışında neyle suçluyor bunları?
Bunlar mafyalaşmaya göz mü yumuyorlar?
Bunlar rüşvet mi alıyor veya aldırıyorlar?
Bunlar İşkence mi yapıyor veya yaptırıyorlar?
Bunlar kaçakçılık mı yapıyor veya yaptırıyorlar?
Bunlar uyuşturucu ticareti mi yapıyor veya göz yumuyorlar?
Bunlar fuhuş mu yapıyor ya da yaptırıyorlar?
Bunlar yağmacılık mı yapıyor ya da yaptırıyorlar?
Bunlar şantaj mı yapıyor veya yaptırıyorlar? (ispatı gerekir)
Bunlar makamlar için yalakalık mı yapıyorlar?
Görevlerini mi savsaklıyorlar?
Adaletin altını mı oyuyorlar?
Var mı belgeniz? Varsa koyun ortaya. Verin Mahkemeye.
Karanlığa ıslık çalmakla bu iş olmaz.
Yok, cemaatçiymiş! Yok, bilmem neymiş!
Kimin cemaati yok ki!
Ekipçilik ne iş?
ADD bir cemaat değil mi? Ergenekon bir cemaat değil mi? Kötü polisler cemaati yok mu?
Senin cemaatin iyi, başkasının cemaati kötü mü?
Bırakın cemaati memaati, icraattan haber verin.
Yukarıda sıralanan Kanun dışı işler sürgit bu ülkenin kaderi mi olacak?
Bu ülkede demokratik rejim devrilirken ne yapıyordunuz.
Darbe plânlarından haberdar iken nasıl hasıraltı ediyordunuz?
Aslında siz de iyi polislerden sayılırsınız.
Kızgınlığınız istediğiniz makama gelememenizden olmasın sakın?
Bilesiniz, benim bahsi geçen cemaatle uzaktan yakından ilişkim yok.
Ama insaf diye bir şey var, Ya Hu!

Wednesday, January 15, 2014

MÜMTAZER TÜRKÖNE'YE AÇIK MEKTUP

Sayın Türköne..
Siz bir zamanlar AKP'nin meddahı yazarlardandınız.
Yani eski yandaşlardandınız.
Sonra eşinizden ayrıldınız.
Yavaş yavaş tavır değiştirmeye başladınız.
Zaman zaman absolü makaleler patlattınız.
Eyvahh! Hoca'nın ruh sağlığı iyice bozuldu diyorduk ki!
Birden bire AKP düşmanı kesildiniz.
Birdenbire bu ülkede hiç olmayan, yakın gelecekte olması ihtimâl dahilinde görünmeyen adalet, hukuk vb. kavramların arkasına saklanmaktasınız.
İlle de yolsuzluk, hırsızlık, rüşvet diye tutturuyorsunuz.
Farz-u mahal birileri içeri girdi.
Rahata erecek misiniz?
İlle de Tayyip Erdoğan da içeri girsin, siyaseti bıraksın mı istiyorsunuz?
Yerine kimin gelsin istiyorsunuz?
İstediğiniz gelince, Türkiye süt liman mı olacak? Yolsuzluk, rüşvet bitecek mi?

Rüşvetin daniskasını Cemaat'in yaptığını bilmiyor olamazsınız.
Rüşvetin en büyüğü ise Fetullah Hoca'nın "ŞEFAAT" etme vaadidir.
Yoksa Ecevit, Nazlı Ilıcak gibi size de şefaat edeceğini mi düşünüyorsunuz?

O şerefli polis ve savcı-hakim tayfası cemaatin imamlarına güven duyduğu kadar bu ülkenin Başbakanı'na güven duysaydı, operasyonu gizlilik içerisinde yapar, yolsuzluk ve rüşvetin belgelerinden Başbakan'ı haberdar eder, gereğini yapmaktan kaçınırsa, bunu basınla paylaşırdı. 
Elmalarla armutları bir sepete koyup, hepsi elmadır demez, ülke ekonomisinin yüz milyarlarca zarar etmesine rıza göstermezlerdi.
Biti öldürmek için yorganı yakmazlardı.
Bu haliyle yapılan operasyon içerisinde yolsuzluk olsa da bir "intikam/darbe operasyonudur"
Ayrıca operasyonun iç ve dış paydaşları da açıkça ortaya çıkmıştır.
Bunların belgeleri yakında ortaya konulacaktır.
Bu belgelerin değerlendirmesini yaparken cemaat mensubu gibi değil tarafsız davranacak hukukçu kadroların görevlendirilmesi yanında, ağzı mühürlü çuvalların içerisine bile bakmadan tutuklama isteyen savcı(!) ve onun talebine göre işlem tesis eden hakim(!)lerin işbaşından uzaklaştırılmasını beklemek lâzımdır.
Bu komplolarla Türkiye'nin ve Başbakan'ın önünü kesemezsiniz.
Bu Millet kendisini kimin yöneteceğine dair kararı kendisi verir.
Cemaat ve Şakitler kendi işine baksın.
Sızıntı dergisine dönsün.
Devlete sızmayı bıraksın.
Vesselam.

Tuesday, January 14, 2014

MİLLİ İSTİHBARAT TEŞKİLATINA OPERASYON




Pariste infaz edilen (3) PKK'lı kadının faillerini ortaya çıkar/a/mayan Fransız İstihbaratı (DCRI), sonunda işi uydurma ses kayıtları ile(komik ve amatörce) MİT'e fatura etme gayretine girdi. Oysa olayın vukubulduğu tarihte yapmış olduğum analizde gerçek faillerin kim olabileceğini ortaya koymuştum.

PARİS İNFAZLARININ ARKA PLÂNI  (PKK-ASALA-FRANSA)
“Tarih Yolumuzu Aydınlatmıyorsa, Ondan Yararlanmasını Bilmediğimizdendir.”
27 Ocak 1973 tarihinden itibaren yurtdışındaki diplomatlarımıza, askerî, ticari, kültürel ve çalışma ataşeliklerimiz ile turizm temsilciliklerimize karşı Ermeni terör örgütlerince düzenlenen saldırılar sonucunda  (50)’ye yakın görevli temsilcimiz ve vatandaşımız hayatını kaybetti,  saldırılar sonucunda(111 ‘i vatandaşımız (63)’ü yabancı olmak üzere (174) insan yaralandı.
Bu suikast ve saldırılar, ABD, Fransa, Avusturya, Portekiz, İtalya, İsviçre, Lübnan, İspanya, Hollanda, Kanada, Avustralya, Danimarka, İran, Bulgaristan, Yunanistan ülkelerinde; İki terör saldırısı ise topraklarımızda gerçekleştirildi.  İlk olarak 78 yaşındaki Amerikan uyruklu Ermeni Gurgen (Karakin) Yanikyan tarafından bireysel olarak başlatılan saldırılar, daha sonra “Gizli Ermeni Ordusu”,  "Ermeni Soykırımı Adalet Komandoları”, Ermeni Devrimci Ordusu" ve ağırlıklı olarak “ASALA” (Ermenistan`ın Kurtuluşu İçin Ermeni Gizli Ordusu)  tarafından gerçekleştirilip üstlenildi. Bu terörist saldırıların (5) tanesinin Türkiye’nin nota vermesine karşılık Fransa’nın Başkentinde gerçekleşmiş olması son derece manidardı. Bu arada gerçekleşen saldırıların çoğunluğunun failleri yakalanamadı. Yakalananlar ise hafif cezalarla salıverildi. Fransa’da, siyaseten ve ekonomik olarak etkili bir Ermeni diasporası mevcut olduğundan dolayı, Ermenistan dışındaki ilk soykırım anıtı da 14 Şubat 1973 Yılında Marsilya’da açılmıştı. Ayrıca “Ermeni Soykırımının İnkârını suç sayan Yasa’yı” da ilk olarak Fransız Parlamentosu kabul etmişti.
Ermeni Terör Örgütlerince, 1973 Yılında başlatılan ve giderek dozu arttırılanı saldırılara 1984 Yılında birdenbire son verilmiştir. Saldırılara son verilmesindeki neden sanıldığı gibi Türkiye’nin o yıllardaki birkaç kontur atağı olmayıp, görevin  ASALA kontrolünde faaliyet gösterecek olan PKK’ya devredilmesiydi.  Bekaa vadisindeki kamplarda ASALA ile birlikte ve Ermeni diasporasının para ve silah desteğiyle askeri eğitimlerini tamamlayan PKK’nın, Devlet Kuvvet ve kurumlarına karşı yurt dışından gelerek gerçekleştirdiği ilk saldırı, PKK’nın "ilk kurşun günü" ve "diriliş bayramı" olarak kabul ettiği ve 1984 15 Ağustos günü Siirt'in Eruh ve Şemdinli ilçelerine yapılan baskın usulü saldırıydı.
Devamında 30-35 bin insanın hayatına mal olan ve Türkiye’nin, özellikle de Güneydoğu’nun ekonomik kalkınmasını ciddi olarak aksatan bu düşük yoğunluklu savaşı (terör saldırılarını) aslında sadece isyancı Kürtlerin devlet ile savaşı zannetmek, olayın arka plânını hiç görememek anlamına gelmektedir.
Uluslararası Ermeni diasporası ile Ermenistan Cumhuriyeti ve onların desteklediği terör örgütlerinin öncelikli hedefi: Türkiye’nin doğusundaki bugünkü haliyle (19-22) ili kapsayan bölgede batı ülkelerinin de destekleriyle bağımsız bir Kürdistan Devletinin oluşumunu sağlamak; ikinci aşamada: Irak, İran ve Suriye Kürtlerinin özerk bölgelerini birleştirip “Büyük Kürdistanı” kurmak; son aşamada: Bölgeye, Türkiye, İran, Lübnan, Suriye, Irak, Yunanistan ve batı ülkelerinde yaşayan Ermeni nüfusunun transferini takiben, batı dünyasının siyasi, ekonomik ve gereğinde askeri baskısı ile Güney Doğunun birkaç İli dışında Doğu illerini kapsayan “Batı Ermenistan’ı” gerçekleştirmek olduğu anlaşılmaktadır.
Aşağıdaki (3) alıntı da Ermenilerin bu husustaki niyetlerini açıklıkla yansıtmaktadır.
1-      1915 olaylarının 95. ve örgütün 35. kuruluş yıldönümü nedeniyle 24 Nisan 2012 tarihinde bildiri yayımlayan ASALA,  'Türkiye'nin doğusunun Ermeni halkının bin yıllık yurdu' olduğunu  'bu toprakların kazanılması ve 'soykırımın' tanınması için mücadeleye devam edilmesi' çağrısında bulundu. Türkiye’nin eninde sonunda dağılacağını iddia eden örgüt bildirisinde özetle şu ifadeler yer aldı: "Batı Ermenistan’ın kurtarılmasına yönelik mücadele 35 yıl önce somut faaliyet aşamasına geçti. 1975 yılında yeni mücadele dönemini başlattık ve laftan işe geçtik. Beklenmeyen, sert ve güçlü saldırılar karşısında Türk devleti paniğe kapıldı ve Ermenileri göz ardı etme politikasını tekrar şekillendirmek zorunda kaldı. Katledilen halkın çocukları, Türkiye ile güç diliyle konuşmaya başladı. Böylece tüm dünya kamuoyu Ermeni halkının halen yaşadığına ve hakkını talep ettiğine tanık oldu.
2-      Vatan gazetesinden Uğur Koçbaş, Ermenistan’ın en radikal partisi Taşnak Sütyun’un uluslararası işlerden sorumlu genel sekreteri Giro Manoyan ile görüştü. Bakın Türkiye’den talepleri neler. Erivan’daki ziyaretimizin en ilgi çekici temaslarından birini Ermenistan’ın en radikal partisi Taşnak Sütyun’un uluslararası işlerden sorumlu genel sekreteri Giro Manoyan ile gerçekleştirdik. Manoyan, Türkiye ile yeniden ilişki kurmaya hazır olduklarını söyleyince sordum: Her 24 Nisan’da partinizin taraftarları Türk bayrağını yakarken gerçekten Türkiye ile yakınlaşmaya bir niyetiniz var mı? Verdiği cevap samimi oldu. Taşnak Sütyun’un parti politikasında bayrak yakma olmadığını kendilerinin önkoşulsuz diplomatik ilişkiye sıcak baktıklarını söyledi. Ancak bu ilişkinin kurulmasının ardından gelecek talepleri açıklamaktan da çekinmedi: a) Soykırımı tanıyın. b) Hayatını kaybeden Ermeniler için tazminat ödeyin. c) Tehcir öncesinde Ermeni nüfusun yoğun olduğu 6 vilayetin kontrolünü Ermenistan’a verin. (Vilayet-i Sitte olarak da bilinen 6 vilayet bugünkü coğrafi sınırlar göz önünde bulundurulduğunda şu illeri kapsıyor: Erzurum, Erzincan, Ağrı, Van, Hakkari, Bitlis, Muş, Şırnak, Batman, Siirt, Diyarbakır, Mardin, Elazığ, Malatya, Bingöl, Sivas, Amasya, Tokat ve Giresun’un bir kısmı…)
3-      ABD’de Ermeni diasporasının lideri sayılan Harut Sassounian, Armenian Weekly gazetesi için Ermenilerin “Batı Ermenistan” dediği bugünkü Doğu Anadolu toprakları üzerindeki taleplerini yazdı. ABD’de Ermeni diasporasının lideri sayılan Harut Sassounian, Armenian Weekly gazetesi için Ermenilerin “Batı Ermenistan” dediği bugünkü Doğu Anadolu toprakları üzerindeki taleplerini yazdı. Harut Sassounian’ın makalesinde sıkça sorulan sorular ve bunlara verilen yanıtlar şöyle: A- Soykırım suçları iddialarının 100 yıl sonra zaman aşımına uğradığı doğru mu? Hayır. 26 Kasım 1968’de, BM Genel Meclisi soykırım dâhil insanlığa karşı işlenen tüm suçların herhangi bir kısıtlamaya maruz kalmayacağına dair kararını kabul etti. Bu anlaşmanın 1’inci maddesi, “Tarih ve zaman aşımı dâhil hiçbir sınırlama bu suçlara uygulanamaz” diyor. Bu nedenle 1915’in üzerinden ne kadar zaman geçtiğinin önemi yok. Soykırımı da içeren savaş ve insanlığa karşı suçlar her zaman yargılanabilir. B- Ermenilerin Batı Ermenistan’ı (Doğu Anadolu) geri alması gerçekçi bir ihtimal mi? Hiç kimse Türk liderlerin Ermenilere topraklarının tek bir parçasını bile gönüllü şekilde verecekleri illüzyonuna kapılmamalı. Toprak genellikle güçle alınır. Ermenistan askeri anlamda Türkiye’den zayıf olduğu için Türkiye’de yaşanacak öngörülemeyen gelişmeleri beklemek zorunda. Mesela iç savaş, bölgesel çatışmalar, Kürt isyanı, doğal felaketler gibi güç boşluğu yaratacak ve dünyanın bu bölümünde sınırların değişmesine neden olacak gelişmeler… Hukuki haklarını talep edebilecekleri an gelene kadar Ermeniler bu isteklerini kuşaktan kuşağa aktarmalılar.
C- Eğer bu topraklar geri alınırsa Ermeniler burada azınlıkta kalmayacak mı? Evet, eğer bugün Batı Ermenistan (Doğu Anadolu) Ermenilere verilirse bu doğru olur. Fakat daha önce de dediğim gibi bu gerçekleşmeden önce büyük olayların yaşanması lazım ve bunların bölgedeki demografik sonuçları Kürtler, Türkler ve Ermenilerin kalan alanlardaki durumlarını değiştirebilir. Kimse demografik statükonun aynı kalacağını varsayamaz. D- Eğer Batı Ermenistan geri alınırsa diaspora konforlu yaşamını bırakıp gelir mi? Burada mevzu Ermenilerin kendi tarihi evlerine yerleşme haklarıdır. Bu topraklar döndüğünde, nerede yaşayacaklarına Ermeniler karar verecek. Bu Türkiye’nin meselesi olmamalı. Tüm Yahudiler İsrail’de mi yaşıyor? Yakın Ortadoğu ülkelerinde yaşayanlar Batı Ermenistan’ı tercih edeceklerdir.

Şimdi tezimize dayanak teşkil eden diğer ayrıntılara geçebiliriz.
1965 Yılından itibaren ideolojik etiketli terör hareketlerinin sol kanadı içerisinde “Halklara Özgürlük” sloganını kullanarak eylem yapan gruplar, önce Kripto Ermeni İbrahim KAYPAKKAYA Liderliğinde Tunceli ve Bingöl kırsalında faaliyette bulunmuş,  KAYPAKKAYA’nın ölümünden sonra kısmen dağılan militanlar, Anne tarafından Ermeni, Baba tarafından Kürt olan Abdullah ÖCALAN ve Pariste öldürülen Ermeni kökenli Sakine Cansız liderliğinde kurulan PKK içerisinde yeniden örgütlenmişlerdir. Dolayısıyla yeni örgüt de Kürt ve Kripto Ermeni kökenli militanlar tarafından oluşturulmuştur.  Şemdin SAKIK’ın liderliğini yaptığı ve genellikle kripto Ermeni militanlardan oluşan PKK kanadı, daha ziyade Tunceli, Bingöl, Muş, Tokat, Erzincan, Sivas yöresinde faaliyet göstermiştir. Zaman zaman DHKP-C örgütü ile de yurt içi ve dışında işbirliği yapmışlardır. Özellikle bu kanat Kürt-Türk, Alevi-Sünni halkları kışkırtacak ve kitleleri birbirine kırdıracak tarzda provokatif saldırılar planlayıp uygulamıştır. Hamido’nun öldürülmesi, Kahramanmaraş, Çorum olayları ile Sivas ve Başbağlar ve Selimiye katliamları yanında, ateşkes kararı arifesinde silahsız (33)Erin katledilmesi de bu grubun inisiyatifinde gerçekleşmiş provokatif eylemlerdendir.
Avrupa’ya giden Kürt militanların, özellikle Fransa’da oturma izinlerinin alınması, yerleşimlerinin sağlanması, uyuşturucu ticaretinin organizasyonu, siyasi, basın ve hukuk desteği almaları noktasında ASALA örgütü öncülük ve yardım görevini yerine getirmiştir.
Özal döneminde çıkarılan ve daha sonra Anayasa Mahkemesince iptal edilen “Yabancılara Mülk Satışı Yasası’nın” Resmi Gazetede yayınlanmasından hemen sonra, bir uçak dolusu Amerikan vatandaşı Ermeni zengininin, Van İli civarından arazi satın alma girişimleri, Ermenilerin niyetlerini ve ne kadar teyakkuzda olduklarının ilginç bir örneğidir.
SONUÇ: Ermeni Diasporası, Ermenistan Cumhuriyeti ve Pusuda bekleyen Ermeni örgütleri Türkiye ile anlaşmadan ve barıştan yana mıdır? Sorunun cevabının evet olmasının yukarıda açıklıkla belirtilen şartları kabul etmemize bağlı olduğunu, bu mümkün olmadığına göre Ermenilerle (Ülkemiz vatandaşı olarak gizli gündemi olmayan selim Ermeni vatandaşlarımızı tenzih ederim)  savaşımız yıllar, belki asırlar boyunca devam edecek demektir. Ermeni hedeflerinin ilk etabını gerçekleştirmesi için kurulup, desteklenmiş PKK’nın Türkiye Cumhuriyeti ile demokratik haklar çerçevesi ve ayrılıkçı olmayan bir zeminde barış arayışı ve girişimleri, öncelikle Ermeni Diasporasının ve ASALA’nın asla kabul etmek istemeyeceği bir girişimdir. Öcalan’ın barış girişimini baltalamak amacıyla Paris’te gerçekleştirilen infaz eylemi %99’luk bir ihtimalle  ASALA’nın eylemidir diyebiliriz.  ASALA  eylemi için Fransa’dan daha elverişli bir zemin de bulunmamaktadır.
PKK’nın Kürt kanadı aralarında bulunan ve her türlü bilgiye sahip ASALA militanlarını deşifre etmeleri cinayetin çözümü için temel bir adım olacaktır. ASALA ile aynı yatağı paylaşan PKK’nın böyle bir hamle yapması mümkün müdür? Bizce bu çok da kolay değildir. Fransız istihbaratının açık yardımını aldığı anlaşılan faillerin yine Fransız makamlarınca ifşa edilmesi de zaten akla aykırıdır.
Ancak, barışta samimi olan Kürtlere düşen,(BDP –KANDİL-ÖCALAN)ve her kademedeki yetkililerin her şeyden önce aralarına sızmış olan Ermenilerle yollarını ayırmaları ve uzun vadede Türkiye ve Kürtlerin ortak düşmanın aklından geçenleri doğru okumaları ve gereken önlemleri zamanında almaları halinde, Ermeni ve destekçilerinin provokasyonlarını bozmak mümkün olabilecektir.
EK: Yazının yazılması arifesinde, Fransız istihbaratının PKK ile sıkı ilişki içerisinde olduğu, Yapılan operasyonlarda yakalanan PKK’lılarla ilgili haberlerde militanların Fransız gizli istihbarat servisi’nin yanı sıra Fransa eski Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy’nin  siyasi danışmanı  ve eski ‘Yerel Özgürlükler’ Bakanı, Patrick Deveciyan ile de resmi temas kurmuş oldukları;  Asala terör örgütünün eski avukatlarından olan Deveciyan,ın Fransız haber ajansı AFP’ye yaptığı açıklamada, “Hatırlamıyorum ama mümkündür, PKK heyeti olarak değil fakat sık sık Kürt delegasyonlarını kabul ettim” şeklindeki açıklaması yanında,  Fransız polisinin şüpheli sıfatıyla gözaltına almış olduğu Ömer Güney tetiği çeken dahi olsa, emrin hangi mahfilden çıktığı bir sır gibi durmamaktadır.

  


Friday, January 10, 2014

SAVCI ÖZ NE YAPMALI?


Savcı ÖZ gündemin önemli aktörlerinden.
Ergenekon, Balyoz vb. davaların savcısı.
Bu davalardaki işlemlerinden dolayı çok eleştirildi.
HSYK’ya çok şikâyet edildi.
Davaların son aşamasında görevinden alındı.
Belli ki bu durumu hiç hazmedememiş.
Kendisi ve ekip arkadaşlarının “Cemaat” mensubu olduğu hep ileri sürüldü.
Cemaat medyası tarafından sahiplenilme durumu, mensubiyetini şüpheye yer bırakmayacak kadar açığa çıkarıyordu.
Bu savcının, MİT Müsteşarı tutuklanması, Barış Sürecinin baltalanması, AK Partinin itibarsızlaştırılması, Halk Bankası’nın tökezletilmesi, Dev yatırımların akamete uğratılması ve Başbakan’ın tasfiye edilmesi gibi uluslararası boyutu da olan operasyonların koordinatörlüğünü Pennsylvania’dan sufle edilen zamanda icraata koyduğu artık vuzuha kavuşmuştur.
İşin ilginç yanı, bu operasyonun her insanın hassasiyet göstereceği bilinen “rüşvet, yolsuzluk gibi” yüz kızartıcı fiilleri içeren bir dosya ile kılıflanarak medyaya servis edilmek suretiyle kamuya aktarılması.
Bu operasyonu savunanların ve yargıya güvenilmesi gerektiğini ileri sürenlerin dayandıkları temel argümanı “dürüstlük, adalete güven” idi.
Oysa ki bu argüman, Savcı ÖZ’ün bedava-ballı Dubai tatili ile çökmüş oldu.
Savcı ÖZ, şayet bu tatili arkadaşının misafiri olarak yaptığını itiraf etseydi, sorun hukuk adamının etik olmayan bir davranışı olarak kabul görecekti.
Ama O iddianın iftira olduğunu ve belgeleriyle bunu ispat edeceğini ileri sürdü. Malûm medya da bu sözüne “mal bulmuş mağribi” gibi sahiplendi.
Çok geçmeden Savcının “Kamu önünde yalan” söylediği ortaya çıktı.
Karşımızda duran YALANCI bir Hukuk Adamı(!)
Herkesin önünde bile bile yalan söyleme cüretini gösteren birine kim neden güvensin? O’nun dürüst, tarafsız davranacağına itimat eylesin?
Tuzun kokmasına, Cemaat ’in safları dışındakiler şaşırmamışlardır.
Neden? Çünkü: Hoca’ları bunlara daha mesleklerinin başlangıcında; “kendilerini gizlemek için gerekirse Müslüman olmayan biri gibi davranabileceklerini, her türlü takiyyenin mubah olduğunu, bunun savaş mantığı olduğunu” telkin etmiştir. Yoksa Cemaat mensubu birinin bu davranışı başka nasıl açıklanabilir?
Hayranı oldukları AB, ABD gibi ülkelerin yargı mensuplarının bu durumda nasıl davrandıkları herkesin malûmudur.
Hemen kamuoyundan özür dileyip istifa ederler.
Bizim şakirt gibi Donkişotvari hamleler yapmazlar değil mi?
Bekleyip göreceğiz..
 

Tuesday, January 7, 2014

FETULLAH GÜLEN tÜRKİYE'YE DÖNER Mİ?



Fetullah GÜLEN için çağırı yapılıyor.
Hoca, dön Türkiye’ye.
Geç Cemaatinin başına.
Başbakan Türkçe Olimpiyatları(!) töreninde stadyumda açık çağırı yaptı.
“Bitsin artık bu hasretlik” Dedi.
Dedi de ne oldu?
Gülen;”Dönüp dönmeyeceğime ben karar veririm” Sana ne! Deyiverdi.
Bakanlardan da benzer çağırılar yapıldı. Gel ve durdur şu anlamsız(!) çatışmayı diye.
Belli ki! Bu iş Pennsylvania’da iken olmuyor.

Sahi! Gülen Amerika’ya neden gitmişti?
Gençler bilmezler, yetişkinlerin de çoğu unutmuştur, hatırlamak gerekir.
28 Şubat post-modern darbenin yapıldığı günlerde, İrticaa karşı yapılan operasyonlardan kendi cemaatini korumak için her platformda, “Müslümanların siyasete karışmamaları ve bir siyasi partide yer almamaları gerektiğini; Refah Partisinin bu nedenle yanlış yaptığını; Türkiye’deki bazı cemaatlerin aşırılık yaptıklarını; kendilerinin ise mutedil(!) İslam’ı temsil ettiklerini, gerekirse bütün dershanelerini, yurtlarını, içeride ve yurt dışındaki okullarını Devlet’e teslim edebileceklerini, başörtüsünün teferruattan olduğunu“ vb. Demek suretiyle ilk salvoyu uzaklaştırıp cemaatini koruyacağını sanmıştı. Hatta dönemin kudretli generali Çevik Bir’in hışmından korunmak için serenat name bile yazmıştı.

Darbeciler, işbirlikçileriyle siyaseti dizayn ettikten sonra, Batı Çalışma Grubu marifetiyle, Cemaatle ilişkili kişi ve kuruluşları fişlemiş ve fişlemelere ilişkin veriler basına aksetmişti.

Gülen kendisini Cemaatini korumak için Bülent Ecevit’e yakınlaşmış ve Yapılan genel seçimlerde verdiği destekle  DSP’nin  %27 oy ile birinci parti olmasına katkıda bulunmuş, böylece Ecevit Hükümeti kurulmuştu. Bir müddet sonra operasyon sırası Fetullah Gülen’e gelmişti. Gülen’in Devletin yönetim ve yargı gibi kilit görevlerine atanan mensuplarına gizli talimatlarını içeren ve yasalara göre suç olan görüntü ve ses kayıtları servis edilmeye ve DGM Savcısı Nuh Mete Yüksel dava açma hazırlıklarına başlayınca; kendisine seçimlerdeki desteğinden dolayı sempatisi olan Başbakan Ecevit,  durumdan haberdar olur olmaz Gülen'e telefon edip,"By-Pass  ameliyatı olması için !!!" hemen Amerika'ya  gitmesini önerdi. Yani seni artık koruyamam anlamında.

Fetullah Gülen de Ecevit’in bu kıyağını unutmamış ve O’na Ahiretteki hesap gününde Şefaat (!!!) edeceğini beyan etmişti.
Yani, 22 Mart 1999 tarihinde Amerika’ya giden Fetullah Gülen ,(15) senedir ABD'de CIA koruması altında yaşıyor.
Şimdi soralım.
Fetullah Gülen Amerika’ya ameliyat için mi gitti? Yoksa korkusundan dolayı mı?
12 Eylül Darbesinden sonra da kayıplara karışıp, gizlenmiş ve ortalık durulunca ortaya çıkmıştı.
Zira O zamanı gelince dik durabilecek vasıfta bir lider değildir. Bununla birlikte, kendisini ve cemaatini korumak için her yolu mubah gören biridir.
Yeniden soralım.
Fetullah Gülen Türkiye’ye geri döner mi?
Daha doğrusu dönebilir mi?
Bence, dönemez.
Nedenine gelince;
Sen, Türkiye’de belirli sayıda bir kitleyi harekete geçirebilip siyaseti etkileyebiliyorsan, Devletin güvenlik ve yargısına önemli ölçüde elemanını yerleştirmişsen, medyanın bir kısmını yönetiyorsan, hatırı sayılır bir finans gücün varsa, Dünya’nın 167 ülkesinde özel okul açmışsan ve kuzu kuzu gelip Amerika’nın kucağına oturmuşsan;
Öncelikle;
Senin ve cemaatinin oradaki mensuplarını en güzel şekilde ağırlarlar.
Çıkarlarına hizmet ettiğiniz ölçüde bütün kapıları size açarlar.
İhtiyaç duyduklarında, Amerika ve İsrail’in çıkarlarıyla örtüşmeyen Hükümetin dış ve iç politikasını eleştirmek zorunda bırakırlar.
İhtiyaç duydukları alanlarda Türkiye’deki medya ayağını kullandırırlar.
Türk siyasetini amaçlarına göre dizayn etmek için ön gördüğü siyaset aktörlerini desteklemek zorunda bırakırlar.
Hizmetin Türkiye’deki ayaklarını kullanmak suretiyle ve onlara gereken istihbaratı sağlayıp her türlü operasyonu yaptırırlar ve bunları bile bile savunmak zorunda bırakırlar.
Yani bir bit için yorganı yaktırırlar.

Şimdi!!!
Çıkarları için Dünya’nın birçok ülkesini kan gölüne çeviren bir ayının inine gönüllü girmişsen, ayının sana bir şey yapmadığını/yacağını söyleyebilir misiniz?
Soruyu bir daha soralım.
Fetullah Gülen  Türkiye’ye döner mi?
Gerçi müritleri O’nu Mehdi Azam zannediyorlar.
Bu durumda O’nun CİA-MOSSAD gibi örgütleri alt edip Tayy-ı mekân yapabilir.
Ancak, O’nun Dünyayı kurtarmak için Amerika’da durmasının gerekli olduğuna inanıyorlar.
Mesela Vatikan’ı ziyaret bahanesiyle Amerika’yı terk etsin.
Yapılan tüm çağırılar boşuna.
Gülen’in artık ancak, cesedi döner.